Menü Broşür Bilgi
English
Facebook
Instagram
Twitter
Saatchi Art
OpenSea

"Derviş" -gördüklerimi resmettim

2007 yılında 120x100 cm tuval üzerine yaptığım "Derviş" adlı yağlıboya eserimin ardındaki düşüncelerimi paylaşıyorum.

Her canlının anne karnındaki pozisyonu aynıdır. Korunmaya, doyurulmaya, sevilmeye muhtaciyetin bir işareti olarak içe kapanmıştır. Can bulduğu bedenden ayrılıp ilk nefesini aldığında ise doğrulup yüzünü dünyaya döner.

"Derviş", 122x100 cm, 2007, tuval üzeri yağlıboya
"Derviş"

Ne tesadüftür ki, insan umduğunu her bulamayışında, alıştırıldığı ya da arzuladığı ego tatminindeki kendine göre her aksaklıkta yeniden anne karnındaki gibi içine kapanır, dış dünya ile irtibatını koparır.

Ego düzleminde değil hakikat düzleminde arayış içinde olan bir derviş ise gönlü ve eli her canlı ile bir olan, aklı ve dili gerçeğin kılcallarında gezinen, düşünce atlası gibi bir kimlikle karşımıza çıkar. Azameti köklerinde olan bitkilerin, gövdesi su altındaki buzların, aslı toprak altındaki kayaların diplerine indikçe, gözün gördüğü fakat görmeye alışmadığı için dışladığı dervişin esasen o görünmeyen taraflarına davetkâr, davetkâr olduğu kadar da seçici bir hayat içinde olduğuna şahit olunur.

Gelin derviş kavramının aslen içerdiği manayı, bugün hangi anlamlarda kullanıldığını sorgulamanıza yardımcı olmak amacıyla hatırlayalım.

Farsça kelime olan derviş kelimesi, genel kabul gören görüşe göre esas olarak, muhtaç veya dilenci kimseleri tanımlamak için kullanılırdı. Bir başka görüşe göre kelimenin asıl kökeni, "aramak ve dilenmek" anlamındaki bir diğer Farsça kelimedir. Miladi dokuz yüzlü yıllarda yazılan eserlerden, kendini manevi hayata vermiş din büyüklerinin, fakirliğe büyük değer verdikleri anlaşılıyor. "Derviş" dendiğinde, hem fakir hem de sadece Allah'tan uman kimse anlaşıldığı açıktır. Ancak bu, asla fakirliğinden değil, bilakis mevcut dünya varlığını ya reddetmesinden ya da dağıtmasından kaynaklıdır. Ayrıca ne kadar bilse de hâlâ "bilgi fakirliği" içinde olduğunu ifade eden yüce bir nitelemedir.

İslami mezheplerin ortaya çıkması ve hadis derlemelerinin yapılması ile ortaya çıkan, bilginin sistematik hâlde kayda geçirilip söylencelerden ziyade yazılı kayıtlar yoluyla sabitleştirilip İslam ülkelerine dağıtılması gerektiği bilinci miladi ortalama sekiz yüzlü yılların bir özelliğidir. Zamanla daha özele inilerek bireyler hakkında da, en azından fikirleri, yaşam şekilleri ve hayat yolunda yaşadıkları dönüşümler hakkında kayıtların tutulmaya başlanması için birkaç on yıl gerekecektir.

Bu eserlerin yanı sıra şiirler ve coğrafya kitapları sayesinde miladi sekiz yüzlü yılların ortalarında yaşam süren dervişlerin yaşam felsefeleri hakkında bilgi sahibi olabiliyoruz. Emevilerin geliştirdiği hayat tarzının bütün İslam coğrafyasına yaygınlaştırılmasıyla beraber, bundan haz duymayan tarafların artık hareketlenmeye başladığı bu süreçte dünya işlerinden tamamen el etek çekenlerin çoğalması bir hayli anlamlıdır. Sürecin sonunda Abbasilerin halifeliği devralmasıyla beraber doğal olarak dinî konulardaki görüş ayrılıklarına yönetici zümrelerin de müdahil olup kendi gibi düşünmeyenlere karşı türlü türlü baskılar uyguladıklarını da biliyoruz.

Sekiz yüzlü yılların ortalarında maneviyata yönelmiş düşünürler arasında biri Horasan merkezli melâmet, diğeri Irak merkezli tasavvuf olmak üzere iki farklı eğilim ortaya çıktı. Ancak bu, esası değiştirmeyecekti. Dervişlik, zenginliğine fakirliğine bakılmaksızın, sadece ve sadece Allah'a muhtaç olduğunun bilincine varmış kimseler için kullanılmaya devam etti. Öyle ki, birçok varlıklı babanın çocukları konumunu reddederek bu yola girdi, birçok nüfuz sahibi babanın çocuğu da merkezin ihtişamını ve devrin lüks yaşamını terk etti.

Bu ilk dönemlerde, yoksullara yardım edip ya da onlar için çalışıp karşılığının ödenmesi zamanı geldiğinde ortadan kaybolan derviş örnekleri gördüğümüz gibi, muhtaç kimselere kazancını kimi zaman doğal yollardan yani bilinerek, çoğu zaman ise gizlenerek harcayan fakat kendi yoksulluklarına devam eden örneklerle de karşılaşmaktayız.

İster sufi ister melami olsun, halktan farklı görünüm arz eden fakat kendine derviş gibi gösteren kimseler din düşünürlerince kabul görmezlerdi.

Şeklen bu şekilde izah edilebilirse de, onlarca tanımlama ve anlatımın detaylarına girmeden özetle dervişlik felsefesi esasen denebilir ki, sonu gelmeyen ve hatta sık sık haksızlıklara sebep olunacak kadar ileri gitme zorunluluğuna düşülebilen dünya işlerinden uzaklaşmaktır.

Bu şekilde, sadece ve sadece kendi iç dünyası ve düşünceleri ile baş başa kalıp büyük resmin formülasyonuna yönelik söylenmiş her sözü derinlemesine idrak edebilmek ve insanoğlunun tabiatın ihtişamı karşısında ne kadar zayıf olduğunun idrakine varmaktır.

Bu yolla, "dert" ve "çile"ye katlanabilecek motivasyona ulaşıp tekrar tekrar dünya işlerinden uzaklaşıp iç dünyası ile, düşünceleri ile ve söylenmiş sözlerle daha derin baş başa kalmaktır.

Tek göz odada insani ihtiyaçlarını karşılayıp yeniden yollara düşmek, aynı düzlemde yaşam süren yoldaşları ile sürekli diyalog ve fikir teatisi içinde olmak, hakikatin peşine düşmektir. Keşfettiklerini ve öğrendiklerini kendine saklamamak, mümkün olduğunca uzaklara kadar yaymak ve oralardan bilgi taşımaktır.

Elindekini, avucundakini, kazancını fakir halk bireylerine sunarken, bundan titrememek, onu doyururken akşam yiyecek lokma bulamamak, gideceği mesafelere atsız, devesiz gitmektir, dervişlik.

Böyle bir yaşam tarzının oldukça geniş alanlarda zemin bulmasının tek sebebi sadece, kendine eziyet etme dürtüsü, birer düşünür olma isteği ya da gerçeğin dünyadan el etek çekerek bulunabileceği bilinci olamaz. Kayıtlarda olmayan bir zamanda ve sebepten dolayı; maneviyatı ve gerçek anlamda tek varlığa inanmayı önceleyen bir grup insan, maddi zenginliğin, ihtişamın, dünya işlerinin gölgesine itelenen kitleleri nitelemek için kullanılan bu kavramı sahiplenerek kendilerini o dünyalıklardan ayrıştırmak yoluyla yaşamlarını sürdürmüşler ve böylece gönüllere ulaşmışlardır.

Kimi dervişler yaşadıkları yerde kalmış, oralara hizmet etmiş, kimileri ise diyardan diyara seyahat etmiş, oralardaki insanları aralarında yaşayıp tanımış, oralardaki bilginleri dinlemiş, öğrendiklerini geri getirmişler, daha sonra da yeni gittikleri yerlere taşımışlardı. Bu şekilde İslam coğrafyası bir gönül bağı ile birbirine bağlanıyordu.

Elbette bir zamanı anlamak, o zamanın şartlarını anlamaktan geçer. Bu gün, geçmişten gelen terimlerden ve yaşayışlardan bahsedildiğinde bambaşka şeyler anlaşılıyor ve maalesef insanoğlu birbirini dinleyip anlamayı öğrenmedikçe gelecekte de öyle olmaya devam edecek.

"Derviş" ismini verdiğim resmimin arka planı çalkantılı zaman kesitlerinin bizler için âdeta bir simgesi olan onuncu yüzyıl öncesinin sosyolojisi ve insan psikolojilerine uzanan düşünüşlerimdir. İnsanın isterse ne kadar dünyaya açık ve paylaşımcı olabileceği, inandıklarına ters düşen olgu ve gelişmelere nasıl barışçıl bir protest tavır takınabileceği, temel bir bilgiyi nasıl zenginleştirebileceği ve tüm bunlar yoluyla geleceğe yönelik iyiliğe dair imza da bırakabileceği, kendini ve tüm varlığını bu yola adayabileceği ilgimi çeken ve beni en etkileyen tarihî öğeler olmuştur.

Modern insan dâhil, zamandan bağımsız olarak insanın örneklemleri ve imgelendirmeleri aynıdır. Farklı olan, bunların isimlendirilmelerindeki anlamlarda çeşitli sebeplerle zaman içinde görülen değişmelerdir. Ancak, ister geçmişte ister bugün isterse gelecekte kendini modern insan olarak tanımlayan her birey bu fenomenin farkında olmalı ve farkındalığı artırmak için bir çaba içinde olmalıdır. Bu eserimde de orijinal anlamıyla bir dervişin çeşitli yönlerini tarafsız bir şekilde betimlemeye çalıştım.

Çeşitli derviş form ve imgelemlerini, ileriki dönemlerde yaptığım toplum incelemeleri resimlerimde de görmek mümkündür.

Buraya tıklayıp anasayfada eserlerimin tamamını inceleyebilirsiniz.
Özgür Yener



TAM VAKTİNDE
Arzu Parten

Bazı insanlar "us" doludur. Ancak uslu duramazlar. Merak dürtüsü ile yaşarlar ve öyle bakarlar. Örtünün altındakini, kapının arkasındakini, gördüğü insanların dışını değil, içini sökerler. Tüm bunları yaparken, yani Pandora'nın kutusunu her seferinde tekrar tekrar açarken gördükleri karşısında aynı yazgıyı paylaşırlar. Her biri "yeni bilgi ve deneyimi", ardından sorumluluğu beraberinde getirir. Kimisi bunun altında ezilir, kimisi bunu taşımayı insan olmanın karşılığına denk getirir. Gelin görün ki "merak" ehlileşen bir dürtü değildir. İçinde macera barındırır, hayatın içinde tutkular yaşatır, insanı kalabalıkların içine fırlatırken yalnızlaştırır ve merak edilen şeylerle yüzleşilirken bilinenler ıskalanır, zamansızlaşılır. Zamansızlaşan kişi ise muhakkak ya vaktinden önce, ya da vaktinden sonra oradadır.

Özgür Yener "Vakitsiz Vakitlerim" başlıklı sergisinde, izleyiciyi içinde bulunduğumuz zamanda insanı, durum ve duygu dünyasına dair bir çözümlemeye itiyor. Sanatçı resimlerinin üzerinden toplumsal bir okumayı izleyicisi ile birlikte oluşturmayı amaçlarken, izleyiciyi ressamca tuzaklara çekmiyor. Dünyayı merkezden algılatan perspektifi bir kenara itiyor, resmin yüzeyini vurguluyor, sorgulamaların ucunu açmaya olanak tanıyan "karşılığı olmayan" figürler yaratıyor. Figürleri doğadan kopararak özgürleştiren Yener, yarattığı bu figürleri, biçem olarak her birini farklı kontürlerle birbirinden ayırarak, bir anlamda hücreleştirirken, öte yandan kalın ve aynı renkte uyguladığı bu kontürlerle resmin bütünlüğünün algılanmasına yardımcı oluyor. Özgür Yener, büyük boyutlu resimleri ile izleyiciyi resmin içine çekerek, algılama mesafesini zorluyor. Her bir figür (ya da hücre) kendi çözümleme ilgisini oluştururken, izleyici açısından bakıldığında ise, ancak bu ilgiden uzaklaşıldığında resmin bütününün okunaklı hâle gelebilmesi sağlanmış oluyor. Özgür Yener'in sergi kapsamında öne çıkan çok parçalı çalışmalarından oluşan resimlerinde, birbiri içine geçen, benzer renk ve dokulardan oluşan figürlerden herhangi birisi resmin içinden sökülse, resmin dağılıp döküleceğine dair tedirgin edici bir zemin oluşturulmuş oluyor. Bu duygunun altında ise ustaca kurgulanmış konstrüktif bir yapının hâkimiyeti gözlemlenmektedir.

Sanatçının bir önceki çalışmalarında, fırçayı bedeninin bir parçası gibi kullandığı serbest hareketlerin varlığı göze çarparken, bu sergide figürlerin matematiksel bir yapı içinde kırılma yaşadığı izlenimi yaratılıyor. Resmin zeminini tek bir renkle oluşturmaktan ziyade, yüzeyde var olan resimle ilişkilendirilmiş ve minör boyutlara çekilmiş kompozisyon üzerine uygulamalar resmi çok katmanlı bir yapıya yükseltirken, resimlerin varoluş amaçlarının altı çizilmekte. Bu yapıda "beyaz", kurgunun önemli ögelerinin başını çekmekte. Beyaz, Özgür Yener'in resimlerinde, bir rengi açmak için ya da resim içerisinde bir ışık yaratmak için değil, izleyicinin imgelem dünyasına bırakılmış bir boşluğun temsilî alanı olarak kurgulanmayan bir öge şeklinde, doymuş bir renk ögesi olarak karşılık bulmakta.

"Vakitsiz Vakitlerim" sergisinde Özgür Yener insana bakarken; doğayı bilgeliği ile şekillendiren bilgi birikimi sayesinde yaşama devam eden insanlığın, yaşamın kaynaklarından ne derece yararlandığını sorguluyor. "Eleştirilen sistemin neresindeyiz?" diyor. "Neden hüzünlüyüz, neden yalnızlaştık, neden bir başkasını yok etmeden var olamıyoruz artık?" diyor. Sanatçı inançlarımızın ve değerlerimizin neden eridiğini, neden bütün bu olanlara karşı duramadığımızı sorgularken, resimlerindeki imgelerle, bu eleştirdiklerimize bir duruş sergileyebilirsek, yerdiklerimizin çöküvereceğini tam da zamanında söylüyor.

Arzu Parten



Özgür Yener ve arayışları, çağımızın Merec-el Bahreyn'i… Yola çıktığı, şekillendiği Anadolu, Mezopotamya, Yunus Emre, Mevlana, Pir Sultan Abdal, Köroğlu… Tutuşlarını, bakışlarını, hislerini uzattığı evrensel kültür ve değerler…

Tarih boyunca farklı felsefelerle farklı noktalara ulaşıp aynı fırında pişerek dünya mirasını oluşturan, fakat zaman zaman uyuşan, zaman zaman çatışan, çelişen, kıyasıya rekabet eden birçok geleneğin, yaşam tarzının oluşturduğu küresellik içine bol bol ülkemizin insanını katmaya çalışan, ortak noktalarını, ortak sorunlarını keşfedip paylaşan, beraberlik özlemine âşık bir araştırmacı kimliğiyle Özgür Yener, yetiştiği toprakların var olma yarışında birkaç tuğla daha ekleyebilen, modern dışavurumcu fakat vuruşlarını yaşadığı coğrafyanın tarihiyle, sanatıyla, birleştiriciliğiyle vücut bulan haklı gururu ile beraber öne çıkararak, toplumları ve dünyayı sorgulayarak küresel sanat yaşamında yerini alan bir sanatçı…


2000'li yıllarda başladığı insan soyutlamalarını bugünkü resimlerinde, tuvaller üzerine farklı bir anlayışla ve farklı bir üslupla aksettirerek, insanoğlunun bölge, ülke, kent gözetmeden içinde yaşadığı çıkmazlarını, ikilemlerini, hüzünlerini, sevinçlerini, umutlarını, beklentilerini, yapabileceklerini, yapamayacaklarını dört köşe satıhların içine sığdırıp somutlaştırmaya, gördüklerini ve yaşadıklarını diğer insanlara aktarmaya çalışan sanatçının çalışmalarının; köklü bir araştırmadan, özellikle sık sık ziyaret ettiği, dünyaya damgasını vuran iki yaşam tarzının, bugünü oluşturan iki temel kültürün harmanlandığı İspanya mirasından beslendiği gözlerden kaçmaz. Yener, doğanın kendisine sunmuş olduğu kuvvetli desen anlayışını sorgulamalarında malzeme olarak kullanıp, resme kullanılmamış yöntemlerle damlamayı sanat olarak tanımlar.


Sanatçı Özgür Yener'in, hayatı simgeleyen fonlar üzerinde, izleyicilerine kendi penceresinden gözlemleyip yansıttığı
- benlik dürtülerini,
- benlik dürtüleriyle harekete geçen insan şekillenmelerini,
- benlik dürtüleriyle harekete geçen insan şekillenmelerinin, gerçekliği örtüşlerini, tüketişlerini
içeren son dönem "Yansımalar" serisi çalışmaları "Vakitsiz Vakitlerim" Sergisinde sanatseverlerin ve "toplumsever"lerin beğenilerine ve akıl dünyalarına sunulmaktadır.


Teknik açıdan Yansımaların anlaşılabilmesi için sanatçının desen üslubuyla birlikte, sanat anlayışını besleyen üç farklı altyapı unsuruna bakılması gerekir. Bunlardan biri İslam sanatı, diğeri soyut ekspresyonizm, üçüncüsü ise mimaridir.


Mimaride Antoni Gaudí, öncelikle mimari kurgularının sanatsal değere sahip olmasından, yapıları mozaikle zenginleştirmesinden ve hepsinden önemlisi, form ve biçim anlayışından dolayı önemlidir Özgür Yener için. Masalsı bir dünyayı, ferforje gibi birçok ilkleri mimariyle tanıştıran Gaudí form ve biçim anlayışı açısından da kendi zamanının alternatiflerini, bugünün çeşitliliğini yaratarak yaşamı genişleten, estetiği doğadaki geometride araştıran bir dehadır. Tüm bunlara ilave olarak, modernist arayışlarını ömrünün sonuna kadar sürdürmüş olması nedeniyle Gaudí Özgür Yener'in hayattan, çevresindeki nesnelerden beklentilerini, umduklarını etkileyen, fırçalarının pusulasını belirleyen en önemli faktörlerden biridir.


İslam mozaik sanatından da etkilenen Yener bu yönden de Gaudí ile örtüşürken, yine Anadolu ve Mezopotamya İslam sanatının bir diğer ögesi olan bezemelerden esinlenen Lluís Domènech i Montaner'in mimari anlayışından ve ışık kullanımından beslenmiştir. Endülüs mimarisinin modern yorumu ile Batı mimarisinde yer bulan mozaik camlar, süslü satıhlar, ışık yönetimi gibi ögeler Özgür Yener'in yetiştiği Anadolu kültürünün çağdaş sanata aktarılması için bir kanal gibidir de.


Özellikle El Hamra Sarayı'nda görülen bezeme sanatı uygulamalarından etkilenen Özgür Yener'in çalışmalarında İslam kaligrafi sanatından da izler görülebilir. Yansımalar serisinde figürleri boyutsuz, ışıksız, bir arada, minyatüre ve stilize hâlde kullanmış olması kaligrafinin ve dolayısıyla İslam sanatının arka plandaki varlığını derinlemesine hissettirir.


Wassily Kandinsky, Jackson Pollock, Arshile Gorky ve Willem de Kooning gibi sanatçılardan beslenerek soyut ekspresyonizmden sanat yoluna çıkmış olan Özgür Yener'de bu açıdan, yine İslam kaligrafisinden etkilenmiş olan Antoni Tàpies'i de görmek mümkündür. Renk dilinde kullandığı beyaz, Tàpies'in beyazıdır. Çocuksu tavırlarla öncelikle mavi renk olmak üzere canlı renkleri ve tonları biçimler ve çizgilerde rahat kullanımı ise Joan Miró'nun mirasıdır.


Tüm bunlar bir potada birleşir, Yener'in yetiştiği kültürel ve sanatsal gelenekle, hayata bakışıyla, hayattan beklentileriyle, sanatı yorumlayışıyla bütünleşerek dışavurumcu bir üslup ile açığa çıkar. Bu açıdan, özellikle Yansımalar serisi izlenirken bu referansların ışığından ayrılmamak gerekir. İslam sanatının, Endülüs sanatının, Gaudí'nin, Montaner'in, Tàpies'in, Miró'nun getirdiklerinin sanat dünyasındaki yerleri göz ardı edildiğinde, sanatçının yansıtmaya çalıştıklarını algılamada büyük eksikliklerle karşılaşılmaktadır.


Son döneme kadar tamamladığı eserlerinde Yener, serbest çizimler yoluyla kendini ifade etmiş olsa da, Yansımalar serisini oluşturan eserlerde çizgiler, biçimlerin oluşturduğu kompozisyonun kendiliğinden oluşturduğu çizgilerdir. Çizgiye verdiği önem nedeniyle düzgün kompozisyon oluşturma çabası, sanatçıyı konstrüktivist bir yola, önceki eserlerine kıyasla satıh üzerinde daha dengeli bir dağılım arayışına yöneltmiştir.



Bu arayış eleştirel sorgulama ile birleştiğinde, Yansımalar serisi yapıtlardaki bütün ögelerin defalarca yeniden çizilmesi, temaya uymayan parçaların yerinden sökülüp eksikliğin tekrar tamamlanması gerekmiştir. Bu sürekli arayış, Yener'in durduğu yerden, sınıftan, bölgeden, şehirden, ülkeden, maddi-manevi imkânlarından, yapmak isteyip de yapamadıklarından, bir kısım insanlardan olan beklentilerinden, izleyici nasıl yorumlayacaksa oradan dünyaya seslenişiyle örtüşmelidir de.


Sorulara cevap arayışı ve arka planda dönen mekanizmaları keşif uğraşı insanı insan yapan ögeler olmasına rağmen kimi sorulara ve mekanizmalara bakış yöneltmek görünmez bir dil tarafından zihinlerimize fısıldanarak yasak edilmiştir. Bunları konuşmak, tartışmak bir yana, akla getirilmesi dahi kabullenilmez. "Zamansız", "vakitsiz" olarak nitelendirilir ve irdelenmesi haklı sebeplerle ötelenmiş gerçekler olarak kabullenilir, itiraf edilir. Sanatçı Özgür Yener'in "vakitsiz" yaptığı "yansımalara" harcadığı vakitleri; gizlenen, ayıplanan, inkâr edilen ama gizlenemediği için gün gibi parlayan, herkesin bildiği ancak akla getirilmesi yasaklı olmasından dolayı üzerinde durulmayan hakikatleri yine vakitsiz bir zamanda bizlerin hafızalarına yansıtmaktadır.


Yansımalar serisinin temel bileşenleri, sanatçının amorf "formlar", "formasyonlar" ve "biçimsel ilişkiler" terimleriyle tanımladığı olgu ve oluşumlardır. Bu amorf formlar biçimsel ilişkilerle birbirlerini tamamlarlar. Birey özelliklerinin/dürtülerin (dokuların) somut birey görüntüleri hâlinde (formlar) girdikleri şekillenmelerin/hareketlerin (formasyonların) bilerek ya da fark etmeden kendi aralarında oluşturdukları biçimsel ilişkiler bütünü (yapıt), toplum yapısının bir yansımasıdır. Tersinden bir ifadeyle anlatılacak olunursa; toplum bireylerin değil, bireylerin hâl ve davranışlarının birbiriyle olan uyumudur. Bu hâl ve davranışlar, bireylerin nitelikleri ve dürtüleri çerçevesinde şekillenir ve bireyler kendilerine alan açarlar.


Yakından bakıldığında her formun, farklı dokulardan meydana gelmiş olmanın yarattığı güvenle kendisini bütünün vazgeçilmez bir parçası olarak gördüğü ya da öyle olmaya çalıştığı görülebilir. Gerçekten de, bir formu ve dolayısıyla bir formasyonu yapıttan çekip aldığınızda, eserin bütünselliği kaybolmaktadır, diğer formlar oluşan boşluğa düşerek o boşluğu kapatmak ister. Kimi formlar ise boşlukları kaplamak, bütünün parçası olabilmek için insan bedeninin çeşitli uzuvları hâlinde objelerin ardından gözlere sokulurlar; diğer bir ifadeyle, iddialı oldukları yönleriyle toplumun parçası olurlar. Çünkü arka plandaki gerçeğin ve insan dışı doğal objelerin gizlenmesi, küçültülmesi, kişiyi oluşturan dürtülerin (dokunun) öne çıkması gerekmektedir.


"Masumiyet Karinesi" adlı yapıt örneğinde olduğu gibi Yener'in bazı çalışmaları şeffaf biçimler içermektedir. Büyük fırçalarla yapılmış fonlar/konular üzerindeki insan örgüsü ile yine bazı gerçeklerin toplum tarafından bilerek ya da bilmeyerek örtüldüğü anlatılmaktadır. Var olan ve içinde yaşadığımız doğanın gerçeği; biz insanların kendi aralarındaki ilişkileri, kendilerini ortaya çıkarışları, egoları, iddiaları, zanları gibi insana has özellikler tarafından, ilişkilerin büyüklükleri ve yaşama müdahaleleri ile örtülmektedir. İlahiliği, kutsallığı, kudreti, yüceliği, yaradılışı temsil eden sarı; düşen, kendini yok eden ya da yok edilen bir insanı temsil eden bir siyah ile solunda onun bilinmezliklerini, kara kutusunu temsil eden bir diğer siyah leke; resmin etrafında dönen kırmızı ile tasvir edilen yaşamın heyecanı, dinamizmi fonda kullanılırken, bunu örten insanlar…


Her ne kadar gerçeğin üzerine bir örtülme söz konusu ise de, izleyicinin yorumuna bağlı olarak, insanın tabiatı gereği ya da temizliğini, saflığını koruması (şeffaflık) nedeniyle gerçek tam olarak kapanmamaktadır. İnsan, varoluşu çevreleyen yaşam sevinci ve yaşam heyecanını (kırmızıyı) örtse de ondan hasıldır. Aynı şekilde ilahi gücü (sarıyı) örtse de yine ondan hasıldır. Ancak, bütün satıh böyle olduğunda bütünlük bozulacağı için, misyon toplum tarafından beyaz ve mavi biçimlere yüklenmektedir ya da bu biçimler kendilerine misyon üstlenmektedirler. Beyazlar ve maviler gerçeği kapatarak bu görevi yerine getirir ve gerçeğin örtülmesiyle, bütünlük sağlanmış olur.


Dokulardan (dürtülerden) oluşan şeffaf şekil-biçim ilişkisi (insan/davranış) kendine ve yaptıklarına manalar yükleyerek gerçeği örtüyorken, gerçeği tam olarak kapatan biçimler de kendilerine birtakım manalar ve vaatler üretmektedirler. Bulundukları eylem ya da söylemlere şekil itibariyle pozitif görünen sebepler öne sürmektedirler ya da şeffaf biçimler onlara böyle bir boşluk sunmaktadırlar.


Bu sebepler demokrasi, inanç ve iktisat görüşlerini içeren ideolojik manalar olabileceği gibi, güncel hayattaki gündelik ihtiyaçların karşılanmasına yönelik ekmek parası, sosyal yaşam benzeri amaçlar ya da yetenek-kabiliyet, üstünlük, yeterlilik bazlı bencil iddialar da dile getirilebilmektedir. Hâlbuki gerçeklik kapatılmış veya bu öne sürmelere karşılık bulma çabası sürecinde kapatılmaktadır.


Önceki eserlerinde bir dönem "Ölüm"ü sorgulamış olan Özgür Yener'de yaptığı sanatta hayatın gerçek bileşenlerini araştırma ve gün yüzüne çıkarma çabası görülmektedir. Bu çabanın hayata bakışı ve hayattaki arayışları ile kesişmesi bir tesadüf değildir. Yapıtlarla birlikte arayışlar da olgunlaşmakta ve bu, sanatçının hayat mücadelesindeki yer alışına da aksetmektedir. Bu açıdan, genel temaya ilaveten kimi eserlerin kendi hikâyelerine sahip olması kaçınılmaz bir sonuç olarak ortaya çıkmaktadır.


Bunlar arasında "Bahar" isimli resimler, Özgür Yener'in yaşamın içinde güzel olanları görme çabasını betimler. Çok renkli çalışılmış olan "Çocuğumdaki Çocukluğum", yine aynı şekilde çocukluk dönemindeki temiz, saf, yaratıcı, hür zihin yapısına ulaşabilmenin isteği, özlemi ve sorgulamasıdır. Sonradan kazanılan olumlu olumsuz soyut ve somut edinimler o temizliğin üzerini örter ve kaybeder, insan zihninin bakışı ve yorumlayışı farklılaşır, özünden uzaklaşır.


"Zaman içindeki yolculuğunda kendini bulmakta zorlanan insanoğlu, diğer insan topluluklarıyla her karşılaşmasında, doğayla olan iletişiminden kazandığı güçle bünyesinde taşıdığı acı veren birtakım davranış biçimlerini görmüş, ne kadar şaşırsa da bu duruma, bu pisliği bedeninden atmayı değil, muhafaza etmeyi tercih etmiştir.

İlkel toplumlardan feodal toplumlara geçişte yaşadığı tecrübeleri yasallaştırmak için bugünkü yaşam şeklini kanun hâline getirmiş, bu düzlemde içindeki vahşi, acımasız ve zavallı davranış biçimlerini sergilemek için âdeta bir vaha bulmuştur."

Sanatçı Özgür Yener'in bu gözlemini sanatsal biçimlerle ifadesini sizlere ulaştırdığı Vakitsiz Vakitlerim sergisini beğeniyle izlemeniz dileğiyle…


2012 yılında Vakitsiz Vakitlerim sergimde "yansımalar" kavramı ile izleyicilerime sunduğum araştırmalarımda toplumun bütünlüğünü/parçalanamazlığını ifade etmiş, temel olarak üç olguyu vurgulamıştım: benlik dürtüleri, bu benlik dürtüleri ile oluşan insan şekillenmeleri ve bu şekillenmelerin saf gerçeği ve doğayı örtüp tüketmeleri. Ayrıca, mevcut aritmetik denge tüm insan şekillenmelerinin varlığına ihtiyaç duyar.

Bugün vardığım noktada "bitişiklik ve etkisellik" şeklinde adlandırdığım bulgularım olan somut objeler arasındaki asimetrik ilişkileri, uzay-zaman düzleminde formüle edip bilinen adıyla "ağ teorisi" kapsamında görsel hafızaya öneriler şeklinde sunabilmeye çalışmaktayım. Dolayısıyla izleyiciyi mekandan koparıp varlığın ne olduğunu, saf uzay-zamanın yokluk realitesinde anlamın nasıl doğduğunu ve fakat anlam doğuşuyla gerçeğin de bir o kadar nasıl perdelendiğini ortaya koymaya çalışıyorum.

Canlı olmanın getirdiği dürtüler uzayı ve zamanı parçalar. Dürtülerin etkileşimi ile oluşan bu parçalanma, varoluşu düşünülebilir yani anlaşılır kılar ve insanı kendini sorgulayan bir varlık haline getirir. Kendi penceremden görüp formüle ettiğim ağ teorim ile bu sorgulamaya katkıda bulunmaktayım. Geliştirdiğim "bitişiklik ve etkisellik" önermemde, insanın, egolarla biçim bulan bir yapıyı bu sorgulayıcılığına rağmen ironik bir şekilde yasallaştırarak "dizin"i esnetip bozduğunu vurgulamaktayım.

Eserlerimde bu anlatımı ters bakıştan hareket edip bir tür tümevarım metoduyla dile getirmekteyim. Uzay-zamanı parçalayan dürtüleri simgeleyen uzuvlar birbirinden ayrıdır çünkü izleyici gözünde birer beden halinde tezahür eden şey, aslen sadece birer uzuvlar bileşkesidir. Diğer bir deyişle birey, tek bir motivasyon ile değil, istek ve arzuların çeşitliliği ve kontrol edilemezliği ile karşı karşıyadır.

Birbirini geliştirip destekleyen sıralı öğeler tablosu olarak günlük dile tercüme edebileceğimiz "dizin"in üyeleri yani bireyler, dizin üyeleri olmaları sebebiyle kendilerine has misyonlara sahiptir. Ancak, bu misyonların gerektirdiği davranışlar belli bir hareket alanına ihtiyaç duyar ve bireyler birbirlerinden uzaklaşır, toplum dediğimiz oluşum ortaya çıkar.

Uzaklaşma, kimi yerlerde büyük boşluklar halindedir ve buralarda egolara alan açar. Egoyu besleyen arzular birey bilinci tarafından değil, bu uzaklaşma sonucu oluşan boşluklar yani toplum içinde kendilerine bırakılan ya da bırakılmayan boş alanların şekil ve miktarı tarafından kontrol edilir. Gözlemlerimi resmedip yorumu izleyicilere bıraktığım gibi, bu duruma da "dizin" adını veriyor ve bu kelimenin önüne eklenecek sıfatı izleyiciye bırakıyorum.

Toplum içinde bazen kalabalık ve kargaşa kesitleri sunan dizin üyesi bireylere ait kimi uzuvların aşırı hareket halinde olup birey egosunu zirveye taşıdığı görülebilir. Kimi bireylerde kimi uzuvlar ise körelmiş, yer bulamamış ya da daha baskın olan bir başka birey uzvu tarafından yok edilmiştir, ezilmiştir. Bunu bertaraf etmek adına ihtiyaç duyulan yeni alanları açmaya yeltenmek, bütün dengeyi yani toplumu ortadan kaldırır çünkü mevcut hal çerçevesinde bireyler aralarında dinamik bir "ağ" kurmuşlar ve birbirleri sayesinde işlev görmektedirler. Bu zorunlu asimetrik bitişiklik ve etkisellik sonuçta saf realiteyi, doğanın gerçekliğini örter ve tüketir.

Eserlerin yaratımında, toplumsal baskı ve hoyratlıkları geometrileştirme arayışları mevcuttur. Bu arayışlar sonucu obje kenarları halinde görüntü kazanan matematiksel patlamalar daha önce hiç yapılmamış bir cüretle hesaplayıp denediğim uygulamalardır. Gördüğüm toplum-birey yapılanmasını konstrüktif bir anlayışla ve teknik bakımdan geleneksel bir tavırla resmederken, renk olarak kabul edilmeyen beyazı vahşi bir şekilde uygulayarak, genel kanaatlerin ne kadar aksi tarafında bir yerlere ulaşmış olduğumu iletmekte, önermem kapsamındaki resimlerim.

Araştırmalarımın yeni safhası, düşünsel zonların toplum üzerindeki etkilerinin bendeki tezahürü olacak. Ruh ve düşün dünyası ile dürtüler arasında gözlemlediğim örtüşme şekilleri üzerine tespitlerimi tuvallerimde hep birlikte müşahade edeceğiz.