Menü Broşür Bilgi
English
Facebook
Instagram
Twitter
Saatchi Art
OpenSea

Uzay seyahatinde sıra sanata mı geldi?

Rekabette estetik arayışın bilimsel bilgilerin ve teknolojinin günlük hayatın artık sıradan bir parçası hâline geldiği 2000'li yıllara girdiğimizde öncelenmeye başladığı teknolojik birçok malzeme ve kavramda gördüğümüz üzere uzay da sanat dünyasının gündemine doğrudan girmeye başladı.

Konu aslında "Fallen Astronaut" (yitik astronot) adı verilen 3,5 inç (8,89 cm) boyundaki alüminyum bir heykelciğin, yanında bir plaka ile birlikte Ay'a bırakılması ve bunu izleyen soruşturmalar ve tartışmalar zinciri ile başlar. Bugün için bilmiyoruz fakat muhtemelen, özel sektörün de uzay çalışmalarında artık yer almaya başlaması ile birlikte NASA konuya ön alma ihtiyacı içine girmiş ve ilk olarak Uluslararası Uzay İstasyonu için bir sanat eseri üretilmesi üzerine çalışma başlatılması istenmiştir. Bu ve varsa bilmediğimiz diğer projelerin sonuçları açıklanmış değil fakat sanat dallarında faaliyet gösteren birçok isim kendi fikirlerini geliştirip peşi sıra kamuya açıklamaya başlamış durumda.

Günün sonunda hangi sanatçıların böyle bir gururla neye göre onurlandırılacakları ve buna kimin hangi yetki ile karar vereceği son derece haklı tartışmaları beraberinde getirecektir. Elbette ki her sanatçı kendisine ait bir eserin veya fikrin Dünya dışına taşınan eser nitelikli ilk obje olmasını arzu eder. Bunu başarmak için kıyasıya bir rekabet izleyebiliriz de.

Görsel kaynağı: nasa.gov

Peki, bireyler prosedürleri aşıp kendiliklerinden böyle bir girişimde bulunabilirler mi? Bunun önünde engel yok. Ticari bir ürün modelini uzaya gönderme özgürlüğünün savunulmuş olduğu gerçeği göz önüne alınırsa, eleştirilecek bile olsa bir sanatçının da uzaya eser göndermek için girişimlerde bulunma özgürlüğü vardır. Uluslararası düzenlemeler sebebiyle yörüngeye, maliyetler sebebiyle de bir gök cismine bugün için yerleştirilemeyecek olsa da, eser en azından uzayda bir kütle çekimine kapılana ya da bir göktaşı kendisine çarpana kadar ilerleyecektir. Dünya'dan uzaklaşan, kimsenin görmeyeceği bir şeyin eser olarak nitelendirilip nitelendirilemeyeceği sorgulanabilecek olsa da, sanat camiasının bir kısmı hiçlikle ya da boşlukla konuşmayı sanatçıya ait haklı bir tavır olarak görmekle yetinecektir. Bu gibi muhtemel tartışma konularına örnekler çoğaltılabilir.

Ancak, bu konu başlığını açarkenki amacım ne kişiler bazında yorum yapmak ne de süren tartışmalara değinmek. Benim zihnimde belirginleşen ve paylaşmak istediğim konu, daha çok bu gidişatın genel bir eleştirisi ve dostlarımla da yaptığım tartışmalarda ortaya çıkan argümanların internette konuyla ilgili sayıca henüz pek bir içerik olmasa da mevcutlar içinde üstü kapalı şekilde ortaya konan eleştirel ifadelerle oldukça paralel olması. Yani doğru bir yoldayız.

Öyle ya da böyle, sanat olarak tanımlanan her bir şey zaman ile kaimdir. Bahsedeceğim sürecin temelinde insanın algısındaki değişimin olduğu da söylenebilir fakat sonuçta bunu da tanımlayabilmek için zaman denen ölçüyü kullanırız. Bir zaman kesitinde bir coğrafyada herhangi bir anlam bulan herhangi bir obje başka bir zaman kesitinde veya başka bir coğrafyada alelade bir obje olarak addedilebilir. Kralların ve imparatorların heykelleri dikilirken sanatsal değerlerinden çok, onların halkın ve yabancı elçilerin üzerinde yaratacağı etki ön plandaydı. Resimleri yapılırken onu bir sanatçı da yapsa, onun üretilmesindeki dürtülerin ağırlığı sanat çerçevesinin dışında kalan öğelerdi. Oysa bugün, bunların içinde sanatsal değeri olanlar ayrı birer anlam taşıyorlar. Benzer şekilde bugün sanatsal açıdan son derece değerli bulunan bir poster, geçmişte çoğu insan için sokakta asılı, sadece duyuru taşıyan herhangi bir kağıt parçası olarak kabul edilmiş olabilir. 50 sene önce çekilmiş bir fotoğraf o gün, ilgili olayın ya da kişinin bir anlık görüntüsü olarak birkaç saniye izlemekle geçilirken bugün kadrajından, ışığından ya da başka bir sebepten dolayı bir sanat eseri olarak kabul edilip dakikalarca ya da sık sık izleniyor ya da çeşitli tasarımlara veya fikirlere kaynak teşkil ediyor olabiliyor. Eski insanın tamtamları, ses veren çalgılarından çıkan sesler o gün onu üreten kişiler birer sanat icra etseler de toplumun geneli için daha ziyade yaşamın ya da ritüellerin birer parçası olarak algılanıyordu. Bugün ise, biraz da modern metot ve yöntemlerin de eklenmesiyle başlı başına birer sanat eseri olabiliyorlar, diğer eserlere ilham olabiliyor, eski insanın gayelerinden farklı amaçlarla kısmen ya da baştan sona defalarca dinlenebiliyorlar. Böyle düşünüldüğünde, insanın zamanı tüketme peşinde olduğu, ancak bir süre sonra yaşadıklarının anlamını daha iyi kavradığı söylenebilir. Tıpkı anılar gibi; hiçbirimiz anılardaki süjeleri ve objeleri o gün bugünkü gibi algılamıyorduk.

… ve bu kazanımlar takip eden nesillerin dağarcığında biriktikçe bireyler önce kendi toplumlarındaki diğer bireylerin ürettiği estetikleri ve güzellikleri, zamanla da iletişim hâlinde oldukları diğer toplumlardakileri anlamaya başladı. Kademe kademe zayıflıyor olsa da bu zincir dünyanın bilinen bir ucundan diğer ucuna kadar uzanıyordu. Giderek flulaşmaya başlayan yerellik ve zamansallık bugün artık insanoğlunu parça parça ortak bir bilince ulaşmaya doğru yöneltmiş durumda. Tabii ki, popüler sanat ve tüketim toplumunun getirdiği mekanizmalar da birbirinden uzak toplumları ve bireyleri görsel ve işitsel öğelerin sürekli tekrarı yoluyla birbirlerine yakınlaştırmıştır. Fakat asıl olan faktör, bireylerin komşu şehirlerdeki, komşu bölgelerdeki, komşu ülkelerdeki ve giderek daha öte coğrafyalardaki toplumları ve o toplumların hayat öğelerini özellikle son birkaç yüzyıldır giderek artan bir şekilde arada başka bir otorite ya da kimse olmaksızın, doğrudan tanıyor olmalarıdır. Bu şekilde, geçmişte bir kıtadan diğerine gidip gelen tüccarlar yoluyla gerçekleşen kısıtlı global etkileşim zamanımızda eşyaların alışverişi ile sınırlı olmaktan çıkıp kavramsal nitelikleri ve hatta düşünüş şekillerini içerecek kadar genişlemiş hâle geldi.

Konu başlığımıza dönersek… Bir uzay aracının finansörleri ya da ortakları aracın içine ya da etrafına istedikleri malzemeyi koyabilirler. Bu sadece ilgili misyonlardaki personelleri ilgilendiren bir durum olacaktır. Onun sanat eseri olup olmadığı ise, tabii ki düşünsel bazda gelecek eleştirilere açık olacaktır, tıpkı yeryüzeyindeki her sanat eserinin tartışıldığı gibi. İnsanlık bundan da bir şeyler öğrenecektir.

Fakat bunun dışında, eğer devletlerin hükümranlık alanı genel anlamda yeryüzünün 100 kilometre yüksekliğinde bitiyor ve bu sınırın ötesi insanlığın ve tüm canlıların ortak mirası ve mülkü kabul ediliyorsa ve uzaya atılan adımlar bütün insanlık için atılıyorsa, buraya bir sanat eserinin taşınmasında insanın yukarıda özetlemeye çalıştığım gelişim sürecinin göz önüne alınması beklenir. Yüz yıl öncesinden farklı olarak bugün, aklını kullanan ve vicdan sahibi her birey, insanın gelecekte nasıl bir bilince sahip olacağını az çok görebilir. Savaş, sömürü, ırkçılık gibi medeniyeti sekteye uğratacak her ne gelişme yaşanacak olursa olsun, insanoğlunun bu gelişimi uzun vadede değişmeyecek ve devam edecektir.

Dolayısıyla, bir gök cisminin yüzeyinde ya da bir yörüngede görünmesi istenecek bir şeyin gelecek nesillerin de kabulleneceği, içselleştireceği bir anlam taşıması gerektiği gözden kaçırılmamalıdır. Aynı şekilde; şu an yeryüzünde yaşayan her insanın, gelecek nesillerin nede nasıl motive edici bir anlam görmek isteyeceklerinin farkında olması ve buna uygun atılacak somut adımları onaylıyor olması da gerekir. Çünkü, tekrar edecek olursak, devletlerin sınırları dışında kalan her yer evrende var olan her canlıya aittir. Hiç kimsenin kendi düşünce, kanaat, öngörü ve inançları doğrultusunda kalıcı izler bırakmaya hakkı yoktur.

Durum böyle iken, bugün birçok kültür birbiriyle uyumlaşmış olsa da, çeşitli sebeplerle sanatta hâlen ortak bir dilin oluşamadığı alanların mevcut olduğunu dürüstçe kabul etmek de gerekir. Bunların üstesinden gelebilmek için, tarih boyunca devam ede gelen sanatın olgunlaşması ve dilinin tüm insanlar tarafından anlaşılabileceği bir atmosfere kavuşulması sürecini tamamlamamız gerekiyor. Ayrıca farklı branşların müdahaleleri, sanatın toplum yaşamına her alanda ulaşabilmesinin önünde engel de olmaya devam ediyor. Üstelik, tüm diğer karşıtlıkları göz ardı etsek bile, örneğin aramızdan Sentinel'e orayı değiştirmek cüretiyle gitmeye kalkışan bir grup insanın çıkabilmesi, insanoğlunun belli bir olgunluğa ulaşmada henüz alacak çok yolunun olduğunu gösteriyor.

Söz ettiğim koşullara uygun hareket edilip sorunların da üstesinden gelinmiş olunsa dahi, uzaya gönderilecek eserin ya da eserlerin kendileri ile ilgili çok önemli bir soru var ki, cevaplanması bir hayli güç. Çıkan fikirlerden öyle görünüyor ki; evrimi dünya şartları altında şekillendiği için, insanın dünyada yaptığını uzaya yakıştırma gibi bir eğilimi var çünkü Dünya'da üretmeye programlanmış durumdayız. Ama yine de düşünebiliyor. Fakat düşünebilse de, örneğin uzayda nasıl bir formun ya da anlayışın sergilenebileceğini düşünürken Dünya'nın yerçekimi gibi sebeplerle yapılamayan hangi uygulamaların orada yapılabileceği üzerinden hareket ederek birtakım fikirler ortaya atmak gibi sanatsal açıdan anlamsız ve ancak milyon tane insanın zihnini boş yere meşgul etmekten öteye geçemeyen davranışlarda bulunabiliyor. Bu, dünyada yapılan bir ürünün ancak uzayda yapılacak bir pazarlamasından başka bir şey ifade etmez.

Bugün bilim insanları ve bilime gönül verenler için uzay ve uzay araştırmaları salt merak duygusundan kaynaklanan araştırma ve öğrenme dürtülerinin ötesine geçip hayatın en önemli bir parçası hâline gelmiş durumda. Bunu, bir uzay aracı başarı ile görevine başladığında kendi çocuklarının başarılarına sevinir gibi sevinildiğinde, görev süresini tamamladığında ise yakınlarını kaybetmiş gibi üzüldüklerinde açıkça gözlemleyebiliyoruz. Buradaki başarılar genişleyip faaliyetlerdeki imkânlar ve ihtiyaçlar toplumların diğer kesimlerinin de dâhil olacağı şekilde yaygınlaştıkça uzay, her insanın kendisi fiziksel olarak orada olmasa da Dünya'da sürdürüyor olduğu yaşantısı kadar güçlü bir hayat bileşenine dönüşecek. Ancak ve ancak o zamanın insanı, dünyada yaptığını uzaya yakıştırma içgüdüsünden doğal yollarla uzaklaşmaya başlamış olacaktır.

Uzak gelecekte de olsa başarıldığında gezegenlerde kurulmuş yerleşimlerde yaşayan insanlar, öngörü sahibi herkesin kabul edeceği üzere, Dünya'dakilerden farklı apayrı bir anlayış ve yaratıcılık içinde olacaklardır. Bu öngörü tamamen yanlış bile olsa, en azından renkler ve formlardaki estetik anlayışı, hatta kullanım alanları ve dolayısıyla biçimsellik asla bizimkilerle aynı olmayacaktır. Yaratıp haz alacakları süjelerin yeryüzündeki yansıması da bambaşka olacaktır. Zira türümüzün yaşadığı doğa şartları ve üzerine sinen duygular üzerinden geliştirdiği birtakım değerler var. Yaşamsal birtakım kaynaklar var. Bunların üzerinde yükselen moral ve görsel lisan asla aynı olmayacaktır.

Tüm bu düşüncelerimden, böyle bir projeye karşıt olduğum kanaati çıkabilir. Aslında tam tersi. Planlamasından son uygulama anına kadar tüm bunları kabullenen bir anlayış içinde yeryüzündeki en geniş katılıma ve onaya sahip olmakta ve on yıllar sonrasının insanlarını en derin ön görüşler ışığında projelendirildiği kanaatine ulaştıracak iyi niyetlerle gerçekleştirilmesinde gelecek açısından büyük faydalar olacağını öne sürüyorum.

Tarih, bir kısım insanın öne alınacak hedeflerde diğerlerini aynı çizgiye gelmeye ikna etmeden ya da onları yok varsayarak veya zorla dayatarak attıkları adımlardan dolayı çekilen acıların örnekleriyle dolu. Bunun tersi durumlarda ise medeniyet bazen yerelde bazen bölgesel olarak büyük ilerlemeler katetti. Çıkarmamız gereken dersleri iyi görmemiz, görmekle de kalmayıp o dersleri gerçekten çıkarmamız gerekir. İnsanoğlu kurumsal ve bireysel cesametin ve başarıların şımarıklığına kapılmak ya da bitmek tükenmek bilmeyen talepleri karşılama dürtüsüne yenilmek yerine, önündeki problemler üzerinde çalışmaya, bilimin ve aklın herkes için tek çıkış yolu olduğunu ortaya koymayı sağlayan verileri küresel çapta paylaşmaya ve bu bilginin her bireye ulaşabilmesi için çaba göstermeye devam etmelidir.

Özgür Yener



TAM VAKTİNDE
Arzu Parten

Bazı insanlar "us" doludur. Ancak uslu duramazlar. Merak dürtüsü ile yaşarlar ve öyle bakarlar. Örtünün altındakini, kapının arkasındakini, gördüğü insanların dışını değil, içini sökerler. Tüm bunları yaparken, yani Pandora'nın kutusunu her seferinde tekrar tekrar açarken gördükleri karşısında aynı yazgıyı paylaşırlar. Her biri "yeni bilgi ve deneyimi", ardından sorumluluğu beraberinde getirir. Kimisi bunun altında ezilir, kimisi bunu taşımayı insan olmanın karşılığına denk getirir. Gelin görün ki "merak" ehlileşen bir dürtü değildir. İçinde macera barındırır, hayatın içinde tutkular yaşatır, insanı kalabalıkların içine fırlatırken yalnızlaştırır ve merak edilen şeylerle yüzleşilirken bilinenler ıskalanır, zamansızlaşılır. Zamansızlaşan kişi ise muhakkak ya vaktinden önce, ya da vaktinden sonra oradadır.

Özgür Yener "Vakitsiz Vakitlerim" başlıklı sergisinde, izleyiciyi içinde bulunduğumuz zamanda insanı, durum ve duygu dünyasına dair bir çözümlemeye itiyor. Sanatçı resimlerinin üzerinden toplumsal bir okumayı izleyicisi ile birlikte oluşturmayı amaçlarken, izleyiciyi ressamca tuzaklara çekmiyor. Dünyayı merkezden algılatan perspektifi bir kenara itiyor, resmin yüzeyini vurguluyor, sorgulamaların ucunu açmaya olanak tanıyan "karşılığı olmayan" figürler yaratıyor. Figürleri doğadan kopararak özgürleştiren Yener, yarattığı bu figürleri, biçem olarak her birini farklı kontürlerle birbirinden ayırarak, bir anlamda hücreleştirirken, öte yandan kalın ve aynı renkte uyguladığı bu kontürlerle resmin bütünlüğünün algılanmasına yardımcı oluyor. Özgür Yener, büyük boyutlu resimleri ile izleyiciyi resmin içine çekerek, algılama mesafesini zorluyor. Her bir figür (ya da hücre) kendi çözümleme ilgisini oluştururken, izleyici açısından bakıldığında ise, ancak bu ilgiden uzaklaşıldığında resmin bütününün okunaklı hâle gelebilmesi sağlanmış oluyor. Özgür Yener'in sergi kapsamında öne çıkan çok parçalı çalışmalarından oluşan resimlerinde, birbiri içine geçen, benzer renk ve dokulardan oluşan figürlerden herhangi birisi resmin içinden sökülse, resmin dağılıp döküleceğine dair tedirgin edici bir zemin oluşturulmuş oluyor. Bu duygunun altında ise ustaca kurgulanmış konstrüktif bir yapının hâkimiyeti gözlemlenmektedir.

Sanatçının bir önceki çalışmalarında, fırçayı bedeninin bir parçası gibi kullandığı serbest hareketlerin varlığı göze çarparken, bu sergide figürlerin matematiksel bir yapı içinde kırılma yaşadığı izlenimi yaratılıyor. Resmin zeminini tek bir renkle oluşturmaktan ziyade, yüzeyde var olan resimle ilişkilendirilmiş ve minör boyutlara çekilmiş kompozisyon üzerine uygulamalar resmi çok katmanlı bir yapıya yükseltirken, resimlerin varoluş amaçlarının altı çizilmekte. Bu yapıda "beyaz", kurgunun önemli ögelerinin başını çekmekte. Beyaz, Özgür Yener'in resimlerinde, bir rengi açmak için ya da resim içerisinde bir ışık yaratmak için değil, izleyicinin imgelem dünyasına bırakılmış bir boşluğun temsilî alanı olarak kurgulanmayan bir öge şeklinde, doymuş bir renk ögesi olarak karşılık bulmakta.

"Vakitsiz Vakitlerim" sergisinde Özgür Yener insana bakarken; doğayı bilgeliği ile şekillendiren bilgi birikimi sayesinde yaşama devam eden insanlığın, yaşamın kaynaklarından ne derece yararlandığını sorguluyor. "Eleştirilen sistemin neresindeyiz?" diyor. "Neden hüzünlüyüz, neden yalnızlaştık, neden bir başkasını yok etmeden var olamıyoruz artık?" diyor. Sanatçı inançlarımızın ve değerlerimizin neden eridiğini, neden bütün bu olanlara karşı duramadığımızı sorgularken, resimlerindeki imgelerle, bu eleştirdiklerimize bir duruş sergileyebilirsek, yerdiklerimizin çöküvereceğini tam da zamanında söylüyor.

Arzu Parten



Özgür Yener ve arayışları, çağımızın Merec-el Bahreyn'i… Yola çıktığı, şekillendiği Anadolu, Mezopotamya, Yunus Emre, Mevlana, Pir Sultan Abdal, Köroğlu… Tutuşlarını, bakışlarını, hislerini uzattığı evrensel kültür ve değerler…

Tarih boyunca farklı felsefelerle farklı noktalara ulaşıp aynı fırında pişerek dünya mirasını oluşturan, fakat zaman zaman uyuşan, zaman zaman çatışan, çelişen, kıyasıya rekabet eden birçok geleneğin, yaşam tarzının oluşturduğu küresellik içine bol bol ülkemizin insanını katmaya çalışan, ortak noktalarını, ortak sorunlarını keşfedip paylaşan, beraberlik özlemine âşık bir araştırmacı kimliğiyle Özgür Yener, yetiştiği toprakların var olma yarışında birkaç tuğla daha ekleyebilen, modern dışavurumcu fakat vuruşlarını yaşadığı coğrafyanın tarihiyle, sanatıyla, birleştiriciliğiyle vücut bulan haklı gururu ile beraber öne çıkararak, toplumları ve dünyayı sorgulayarak küresel sanat yaşamında yerini alan bir sanatçı…


2000'li yıllarda başladığı insan soyutlamalarını bugünkü resimlerinde, tuvaller üzerine farklı bir anlayışla ve farklı bir üslupla aksettirerek, insanoğlunun bölge, ülke, kent gözetmeden içinde yaşadığı çıkmazlarını, ikilemlerini, hüzünlerini, sevinçlerini, umutlarını, beklentilerini, yapabileceklerini, yapamayacaklarını dört köşe satıhların içine sığdırıp somutlaştırmaya, gördüklerini ve yaşadıklarını diğer insanlara aktarmaya çalışan sanatçının çalışmalarının; köklü bir araştırmadan, özellikle sık sık ziyaret ettiği, dünyaya damgasını vuran iki yaşam tarzının, bugünü oluşturan iki temel kültürün harmanlandığı İspanya mirasından beslendiği gözlerden kaçmaz. Yener, doğanın kendisine sunmuş olduğu kuvvetli desen anlayışını sorgulamalarında malzeme olarak kullanıp, resme kullanılmamış yöntemlerle damlamayı sanat olarak tanımlar.


Sanatçı Özgür Yener'in, hayatı simgeleyen fonlar üzerinde, izleyicilerine kendi penceresinden gözlemleyip yansıttığı
- benlik dürtülerini,
- benlik dürtüleriyle harekete geçen insan şekillenmelerini,
- benlik dürtüleriyle harekete geçen insan şekillenmelerinin, gerçekliği örtüşlerini, tüketişlerini
içeren son dönem "Yansımalar" serisi çalışmaları "Vakitsiz Vakitlerim" Sergisinde sanatseverlerin ve "toplumsever"lerin beğenilerine ve akıl dünyalarına sunulmaktadır.


Teknik açıdan Yansımaların anlaşılabilmesi için sanatçının desen üslubuyla birlikte, sanat anlayışını besleyen üç farklı altyapı unsuruna bakılması gerekir. Bunlardan biri İslam sanatı, diğeri soyut ekspresyonizm, üçüncüsü ise mimaridir.


Mimaride Antoni Gaudí, öncelikle mimari kurgularının sanatsal değere sahip olmasından, yapıları mozaikle zenginleştirmesinden ve hepsinden önemlisi, form ve biçim anlayışından dolayı önemlidir Özgür Yener için. Masalsı bir dünyayı, ferforje gibi birçok ilkleri mimariyle tanıştıran Gaudí form ve biçim anlayışı açısından da kendi zamanının alternatiflerini, bugünün çeşitliliğini yaratarak yaşamı genişleten, estetiği doğadaki geometride araştıran bir dehadır. Tüm bunlara ilave olarak, modernist arayışlarını ömrünün sonuna kadar sürdürmüş olması nedeniyle Gaudí Özgür Yener'in hayattan, çevresindeki nesnelerden beklentilerini, umduklarını etkileyen, fırçalarının pusulasını belirleyen en önemli faktörlerden biridir.


İslam mozaik sanatından da etkilenen Yener bu yönden de Gaudí ile örtüşürken, yine Anadolu ve Mezopotamya İslam sanatının bir diğer ögesi olan bezemelerden esinlenen Lluís Domènech i Montaner'in mimari anlayışından ve ışık kullanımından beslenmiştir. Endülüs mimarisinin modern yorumu ile Batı mimarisinde yer bulan mozaik camlar, süslü satıhlar, ışık yönetimi gibi ögeler Özgür Yener'in yetiştiği Anadolu kültürünün çağdaş sanata aktarılması için bir kanal gibidir de.


Özellikle El Hamra Sarayı'nda görülen bezeme sanatı uygulamalarından etkilenen Özgür Yener'in çalışmalarında İslam kaligrafi sanatından da izler görülebilir. Yansımalar serisinde figürleri boyutsuz, ışıksız, bir arada, minyatüre ve stilize hâlde kullanmış olması kaligrafinin ve dolayısıyla İslam sanatının arka plandaki varlığını derinlemesine hissettirir.


Wassily Kandinsky, Jackson Pollock, Arshile Gorky ve Willem de Kooning gibi sanatçılardan beslenerek soyut ekspresyonizmden sanat yoluna çıkmış olan Özgür Yener'de bu açıdan, yine İslam kaligrafisinden etkilenmiş olan Antoni Tàpies'i de görmek mümkündür. Renk dilinde kullandığı beyaz, Tàpies'in beyazıdır. Çocuksu tavırlarla öncelikle mavi renk olmak üzere canlı renkleri ve tonları biçimler ve çizgilerde rahat kullanımı ise Joan Miró'nun mirasıdır.


Tüm bunlar bir potada birleşir, Yener'in yetiştiği kültürel ve sanatsal gelenekle, hayata bakışıyla, hayattan beklentileriyle, sanatı yorumlayışıyla bütünleşerek dışavurumcu bir üslup ile açığa çıkar. Bu açıdan, özellikle Yansımalar serisi izlenirken bu referansların ışığından ayrılmamak gerekir. İslam sanatının, Endülüs sanatının, Gaudí'nin, Montaner'in, Tàpies'in, Miró'nun getirdiklerinin sanat dünyasındaki yerleri göz ardı edildiğinde, sanatçının yansıtmaya çalıştıklarını algılamada büyük eksikliklerle karşılaşılmaktadır.


Son döneme kadar tamamladığı eserlerinde Yener, serbest çizimler yoluyla kendini ifade etmiş olsa da, Yansımalar serisini oluşturan eserlerde çizgiler, biçimlerin oluşturduğu kompozisyonun kendiliğinden oluşturduğu çizgilerdir. Çizgiye verdiği önem nedeniyle düzgün kompozisyon oluşturma çabası, sanatçıyı konstrüktivist bir yola, önceki eserlerine kıyasla satıh üzerinde daha dengeli bir dağılım arayışına yöneltmiştir.



Bu arayış eleştirel sorgulama ile birleştiğinde, Yansımalar serisi yapıtlardaki bütün ögelerin defalarca yeniden çizilmesi, temaya uymayan parçaların yerinden sökülüp eksikliğin tekrar tamamlanması gerekmiştir. Bu sürekli arayış, Yener'in durduğu yerden, sınıftan, bölgeden, şehirden, ülkeden, maddi-manevi imkânlarından, yapmak isteyip de yapamadıklarından, bir kısım insanlardan olan beklentilerinden, izleyici nasıl yorumlayacaksa oradan dünyaya seslenişiyle örtüşmelidir de.


Sorulara cevap arayışı ve arka planda dönen mekanizmaları keşif uğraşı insanı insan yapan ögeler olmasına rağmen kimi sorulara ve mekanizmalara bakış yöneltmek görünmez bir dil tarafından zihinlerimize fısıldanarak yasak edilmiştir. Bunları konuşmak, tartışmak bir yana, akla getirilmesi dahi kabullenilmez. "Zamansız", "vakitsiz" olarak nitelendirilir ve irdelenmesi haklı sebeplerle ötelenmiş gerçekler olarak kabullenilir, itiraf edilir. Sanatçı Özgür Yener'in "vakitsiz" yaptığı "yansımalara" harcadığı vakitleri; gizlenen, ayıplanan, inkâr edilen ama gizlenemediği için gün gibi parlayan, herkesin bildiği ancak akla getirilmesi yasaklı olmasından dolayı üzerinde durulmayan hakikatleri yine vakitsiz bir zamanda bizlerin hafızalarına yansıtmaktadır.


Yansımalar serisinin temel bileşenleri, sanatçının amorf "formlar", "formasyonlar" ve "biçimsel ilişkiler" terimleriyle tanımladığı olgu ve oluşumlardır. Bu amorf formlar biçimsel ilişkilerle birbirlerini tamamlarlar. Birey özelliklerinin/dürtülerin (dokuların) somut birey görüntüleri hâlinde (formlar) girdikleri şekillenmelerin/hareketlerin (formasyonların) bilerek ya da fark etmeden kendi aralarında oluşturdukları biçimsel ilişkiler bütünü (yapıt), toplum yapısının bir yansımasıdır. Tersinden bir ifadeyle anlatılacak olunursa; toplum bireylerin değil, bireylerin hâl ve davranışlarının birbiriyle olan uyumudur. Bu hâl ve davranışlar, bireylerin nitelikleri ve dürtüleri çerçevesinde şekillenir ve bireyler kendilerine alan açarlar.


Yakından bakıldığında her formun, farklı dokulardan meydana gelmiş olmanın yarattığı güvenle kendisini bütünün vazgeçilmez bir parçası olarak gördüğü ya da öyle olmaya çalıştığı görülebilir. Gerçekten de, bir formu ve dolayısıyla bir formasyonu yapıttan çekip aldığınızda, eserin bütünselliği kaybolmaktadır, diğer formlar oluşan boşluğa düşerek o boşluğu kapatmak ister. Kimi formlar ise boşlukları kaplamak, bütünün parçası olabilmek için insan bedeninin çeşitli uzuvları hâlinde objelerin ardından gözlere sokulurlar; diğer bir ifadeyle, iddialı oldukları yönleriyle toplumun parçası olurlar. Çünkü arka plandaki gerçeğin ve insan dışı doğal objelerin gizlenmesi, küçültülmesi, kişiyi oluşturan dürtülerin (dokunun) öne çıkması gerekmektedir.


"Masumiyet Karinesi" adlı yapıt örneğinde olduğu gibi Yener'in bazı çalışmaları şeffaf biçimler içermektedir. Büyük fırçalarla yapılmış fonlar/konular üzerindeki insan örgüsü ile yine bazı gerçeklerin toplum tarafından bilerek ya da bilmeyerek örtüldüğü anlatılmaktadır. Var olan ve içinde yaşadığımız doğanın gerçeği; biz insanların kendi aralarındaki ilişkileri, kendilerini ortaya çıkarışları, egoları, iddiaları, zanları gibi insana has özellikler tarafından, ilişkilerin büyüklükleri ve yaşama müdahaleleri ile örtülmektedir. İlahiliği, kutsallığı, kudreti, yüceliği, yaradılışı temsil eden sarı; düşen, kendini yok eden ya da yok edilen bir insanı temsil eden bir siyah ile solunda onun bilinmezliklerini, kara kutusunu temsil eden bir diğer siyah leke; resmin etrafında dönen kırmızı ile tasvir edilen yaşamın heyecanı, dinamizmi fonda kullanılırken, bunu örten insanlar…


Her ne kadar gerçeğin üzerine bir örtülme söz konusu ise de, izleyicinin yorumuna bağlı olarak, insanın tabiatı gereği ya da temizliğini, saflığını koruması (şeffaflık) nedeniyle gerçek tam olarak kapanmamaktadır. İnsan, varoluşu çevreleyen yaşam sevinci ve yaşam heyecanını (kırmızıyı) örtse de ondan hasıldır. Aynı şekilde ilahi gücü (sarıyı) örtse de yine ondan hasıldır. Ancak, bütün satıh böyle olduğunda bütünlük bozulacağı için, misyon toplum tarafından beyaz ve mavi biçimlere yüklenmektedir ya da bu biçimler kendilerine misyon üstlenmektedirler. Beyazlar ve maviler gerçeği kapatarak bu görevi yerine getirir ve gerçeğin örtülmesiyle, bütünlük sağlanmış olur.


Dokulardan (dürtülerden) oluşan şeffaf şekil-biçim ilişkisi (insan/davranış) kendine ve yaptıklarına manalar yükleyerek gerçeği örtüyorken, gerçeği tam olarak kapatan biçimler de kendilerine birtakım manalar ve vaatler üretmektedirler. Bulundukları eylem ya da söylemlere şekil itibariyle pozitif görünen sebepler öne sürmektedirler ya da şeffaf biçimler onlara böyle bir boşluk sunmaktadırlar.


Bu sebepler demokrasi, inanç ve iktisat görüşlerini içeren ideolojik manalar olabileceği gibi, güncel hayattaki gündelik ihtiyaçların karşılanmasına yönelik ekmek parası, sosyal yaşam benzeri amaçlar ya da yetenek-kabiliyet, üstünlük, yeterlilik bazlı bencil iddialar da dile getirilebilmektedir. Hâlbuki gerçeklik kapatılmış veya bu öne sürmelere karşılık bulma çabası sürecinde kapatılmaktadır.


Önceki eserlerinde bir dönem "Ölüm"ü sorgulamış olan Özgür Yener'de yaptığı sanatta hayatın gerçek bileşenlerini araştırma ve gün yüzüne çıkarma çabası görülmektedir. Bu çabanın hayata bakışı ve hayattaki arayışları ile kesişmesi bir tesadüf değildir. Yapıtlarla birlikte arayışlar da olgunlaşmakta ve bu, sanatçının hayat mücadelesindeki yer alışına da aksetmektedir. Bu açıdan, genel temaya ilaveten kimi eserlerin kendi hikâyelerine sahip olması kaçınılmaz bir sonuç olarak ortaya çıkmaktadır.


Bunlar arasında "Bahar" isimli resimler, Özgür Yener'in yaşamın içinde güzel olanları görme çabasını betimler. Çok renkli çalışılmış olan "Çocuğumdaki Çocukluğum", yine aynı şekilde çocukluk dönemindeki temiz, saf, yaratıcı, hür zihin yapısına ulaşabilmenin isteği, özlemi ve sorgulamasıdır. Sonradan kazanılan olumlu olumsuz soyut ve somut edinimler o temizliğin üzerini örter ve kaybeder, insan zihninin bakışı ve yorumlayışı farklılaşır, özünden uzaklaşır.


"Zaman içindeki yolculuğunda kendini bulmakta zorlanan insanoğlu, diğer insan topluluklarıyla her karşılaşmasında, doğayla olan iletişiminden kazandığı güçle bünyesinde taşıdığı acı veren birtakım davranış biçimlerini görmüş, ne kadar şaşırsa da bu duruma, bu pisliği bedeninden atmayı değil, muhafaza etmeyi tercih etmiştir.

İlkel toplumlardan feodal toplumlara geçişte yaşadığı tecrübeleri yasallaştırmak için bugünkü yaşam şeklini kanun hâline getirmiş, bu düzlemde içindeki vahşi, acımasız ve zavallı davranış biçimlerini sergilemek için âdeta bir vaha bulmuştur."

Sanatçı Özgür Yener'in bu gözlemini sanatsal biçimlerle ifadesini sizlere ulaştırdığı Vakitsiz Vakitlerim sergisini beğeniyle izlemeniz dileğiyle…


2012 yılında Vakitsiz Vakitlerim sergimde "yansımalar" kavramı ile izleyicilerime sunduğum araştırmalarımda toplumun bütünlüğünü/parçalanamazlığını ifade etmiş, temel olarak üç olguyu vurgulamıştım: benlik dürtüleri, bu benlik dürtüleri ile oluşan insan şekillenmeleri ve bu şekillenmelerin saf gerçeği ve doğayı örtüp tüketmeleri. Ayrıca, mevcut aritmetik denge tüm insan şekillenmelerinin varlığına ihtiyaç duyar.

Bugün vardığım noktada "bitişiklik ve etkisellik" şeklinde adlandırdığım bulgularım olan somut objeler arasındaki asimetrik ilişkileri, uzay-zaman düzleminde formüle edip bilinen adıyla "ağ teorisi" kapsamında görsel hafızaya öneriler şeklinde sunabilmeye çalışmaktayım. Dolayısıyla izleyiciyi mekandan koparıp varlığın ne olduğunu, saf uzay-zamanın yokluk realitesinde anlamın nasıl doğduğunu ve fakat anlam doğuşuyla gerçeğin de bir o kadar nasıl perdelendiğini ortaya koymaya çalışıyorum.

Canlı olmanın getirdiği dürtüler uzayı ve zamanı parçalar. Dürtülerin etkileşimi ile oluşan bu parçalanma, varoluşu düşünülebilir yani anlaşılır kılar ve insanı kendini sorgulayan bir varlık haline getirir. Kendi penceremden görüp formüle ettiğim ağ teorim ile bu sorgulamaya katkıda bulunmaktayım. Geliştirdiğim "bitişiklik ve etkisellik" önermemde, insanın, egolarla biçim bulan bir yapıyı bu sorgulayıcılığına rağmen ironik bir şekilde yasallaştırarak "dizin"i esnetip bozduğunu vurgulamaktayım.

Eserlerimde bu anlatımı ters bakıştan hareket edip bir tür tümevarım metoduyla dile getirmekteyim. Uzay-zamanı parçalayan dürtüleri simgeleyen uzuvlar birbirinden ayrıdır çünkü izleyici gözünde birer beden halinde tezahür eden şey, aslen sadece birer uzuvlar bileşkesidir. Diğer bir deyişle birey, tek bir motivasyon ile değil, istek ve arzuların çeşitliliği ve kontrol edilemezliği ile karşı karşıyadır.

Birbirini geliştirip destekleyen sıralı öğeler tablosu olarak günlük dile tercüme edebileceğimiz "dizin"in üyeleri yani bireyler, dizin üyeleri olmaları sebebiyle kendilerine has misyonlara sahiptir. Ancak, bu misyonların gerektirdiği davranışlar belli bir hareket alanına ihtiyaç duyar ve bireyler birbirlerinden uzaklaşır, toplum dediğimiz oluşum ortaya çıkar.

Uzaklaşma, kimi yerlerde büyük boşluklar halindedir ve buralarda egolara alan açar. Egoyu besleyen arzular birey bilinci tarafından değil, bu uzaklaşma sonucu oluşan boşluklar yani toplum içinde kendilerine bırakılan ya da bırakılmayan boş alanların şekil ve miktarı tarafından kontrol edilir. Gözlemlerimi resmedip yorumu izleyicilere bıraktığım gibi, bu duruma da "dizin" adını veriyor ve bu kelimenin önüne eklenecek sıfatı izleyiciye bırakıyorum.

Toplum içinde bazen kalabalık ve kargaşa kesitleri sunan dizin üyesi bireylere ait kimi uzuvların aşırı hareket halinde olup birey egosunu zirveye taşıdığı görülebilir. Kimi bireylerde kimi uzuvlar ise körelmiş, yer bulamamış ya da daha baskın olan bir başka birey uzvu tarafından yok edilmiştir, ezilmiştir. Bunu bertaraf etmek adına ihtiyaç duyulan yeni alanları açmaya yeltenmek, bütün dengeyi yani toplumu ortadan kaldırır çünkü mevcut hal çerçevesinde bireyler aralarında dinamik bir "ağ" kurmuşlar ve birbirleri sayesinde işlev görmektedirler. Bu zorunlu asimetrik bitişiklik ve etkisellik sonuçta saf realiteyi, doğanın gerçekliğini örter ve tüketir.

Eserlerin yaratımında, toplumsal baskı ve hoyratlıkları geometrileştirme arayışları mevcuttur. Bu arayışlar sonucu obje kenarları halinde görüntü kazanan matematiksel patlamalar daha önce hiç yapılmamış bir cüretle hesaplayıp denediğim uygulamalardır. Gördüğüm toplum-birey yapılanmasını konstrüktif bir anlayışla ve teknik bakımdan geleneksel bir tavırla resmederken, renk olarak kabul edilmeyen beyazı vahşi bir şekilde uygulayarak, genel kanaatlerin ne kadar aksi tarafında bir yerlere ulaşmış olduğumu iletmekte, önermem kapsamındaki resimlerim.

Araştırmalarımın yeni safhası, düşünsel zonların toplum üzerindeki etkilerinin bendeki tezahürü olacak. Ruh ve düşün dünyası ile dürtüler arasında gözlemlediğim örtüşme şekilleri üzerine tespitlerimi tuvallerimde hep birlikte müşahade edeceğiz.